The Promised Land Hakkında
The Promised Land, hayat boyu süren hayalinin peşinden koşan Ludvig Kahlen'in hikayesini konu ediyor. 1700'lerin ortalarında, Danimarka Kralı V. Frederik, Jutland'ın vahşi fundalığının evcilleştirilmesi, ekilmesi ve kolonileştirilmesi gerektiğini, böylece uygarlığın yayılabileceğini ve kraliyet ailesi için yeni vergilerin üretilebileceğini ilan eder. Ancak, hiç kimse kralın buyruğuna uymaya cesaret edemez. Ancak 1755 yazının sonlarında, Ludvig von Kahlen adlı yalnız bir asker, hayalinin peşinden koşmaya, kendisine zenginlik ve onur getirmesini umarak fundalığa gitmeye karar verir.
'Spoiler' olmasın diye akıştan bahsetmeyeceğim; sadece, anlatımda hikayenin gelişmesine daha çok önem verildiğini düşünüyorum. Bu da bana, Nikolaj Arcel'in hikayenin nasıl sonlandığından ziyade; onurun insanlar arasındaki ilişkiye etkisine ve toprağın "kendi başına bir varlık gibi" hepsinin üzerindeki dönüştürücü gücüne odaklanmayı seçtiğini düşündürttü. Bu durum, finalin özensiz olduğu anlamına gelmiyor; hikayedeki konuların-duyguların aktarımı için finalin beklenmediği anlamına geliyor. Hikayeyi başka bir yerde bağlıyor aslında. Tabii gereksiz anlam yüklemiş de olabilirim. İzlerken böyle hissettim.
Ben filmi beğendim. Mads Mikkelsen'i zaten ayrı severim. Kendisi, reyting kurbanı Hannibal dizisinden beri favorilerimden. Onun yine, hikayelerin duru ve etkili biçimde anlatıldığı Jagten (Onur Savaşı), En Kongelig Affære (Yasak Aşk) ve Druk (Körkütük) filmlerini sinemaseverlere öneririm. (Druk sitede yok; eklenmesi sitenin kalitesini arttıracaktır) Benim için 7.5/10..